Elleriniz vardı, içinde umut, küçücük…

Ellerinizde kocaman başkaldırışlar vardı. Elleriniz küçüktü. Küçüktünüz siz de.

Sırlarınız vardı, başkaldırıya başkaldırınız. Biliniyordu sırlarınız. Biliniyor olmalıydı zaten. Herkeslerin haberi olaydı başkaldırı üzerine yetim kalışınızdan.

Güzellemelerimiz hayret edilesiydi. Şaşılası.

Ellerimizle başkaldırdık, başkaldırıya başkaldırışınıza! Ellerimiz kocamandı. Haberiniz yoktu üstelik. Olmamalıydı. Olmadık yerlerden çıkıp gidiyorduk, içinizden.

İçimizden gemilerin geçtiği kocaman bir yalandı, ellerimiz kadar büyük.

Soyu sopu belli değildi başkaldırıya başkaldırış hikâyenizin…

Uyduruk şiirler yazıyorduk ellerinize, ellerinizin içi terliyordu. Yalan söylerken terlediği gibi.

Sızıp kalmıştı başkaldırımız, dinleniyordu, yorulmuştu besbelli.

Gecenin yarısını mı bekliyordu, gecenin sessizliğini mi bilinmez. Yıldızlardan taç yaptığı küçücük umutlarını seriyordu üzerimize, üstü ve ucu açıktı, üşüyordu üstelik yalanlarımız.

Yanlarımız da boştu devasa!

Ünlemli dizelerin kafiyesi iç çekiyordu, zorla güzellik, çirkinlerin acizliğiydi sanki.

Sular da çekiliyordu kuruyan boğazlardan. Nefessiz kalıyor, tükeniyorduk.

Tükenmişliğin sadeliği incitiyordu ellerimizi. Hayaldi sarıldığımız dört elle.

Saçlarımız yılları peşine takıp ağarıyor, dökülüyordu tel tel yalnızlığımız. Çizgiler yüzümüze aşina artık, eskitilen…

Bir adım yol bana mısın demiyor, bendensin demeye de varmıyordu dili. Batmayı kafasına koyan güneşin küçücük elleri kavurması mümkün mü? Mümkündü.

Şiirler ezberlettim küçücük ellerinize, başkaldırma üzerine. Kabullenmedi.

Ellerimizin kocaman olmasından dem vurdu en çok.

Güneşi batıran neyse, her neyse, çıkıp gelmeliydi. Gelmedi. Ellerimizden tanınırdık biz. Kimse tutmadı.

Tutunamadık desek yersiz, tutunduk desek saçma, tutmadık desek yalan.

Kimine de batıyordu sözlerimiz. Temenniydi ya da yalnızca.

Salına salına yürüyen kelimeler, gözümüzün önünde yazılıyor, düşüyordu kâğıda, salınarak başkaldırıya başkaldırmaya gidiyordunuz siz. Salınan kelimelerden habersiz.

Aç ayıyı oynatmanızın size artı bir değeri var sanıyordunuz, kabullenme derdine düşmüştünüz, imkânsızı da başarma derdine.

Olur mu olur? Dediniz. Olmadı.

Tokken uykusu gelirdi ayının ve tüm hayvanatın. İnsanların da açken elleri küçüktü. Kiminin yani. Bizim ellerimizin içinde bir başkaldırı türküsü, sizi ters yüz etme hevesi vardı. Büyüktü.

Karıncayı incitmemek kolaydı oysa, ayağımızı ısırmadığı sürece, ellerimiz bilirdi bunu.

Hayret edilecekti tüm gidişlere, başkaldırı tersini öğütlüyordu. Hayrolsun.

Başsız bir başkaldırı gibiydi!

Sözü nereye getireceğini bilemeyen güneş, batırdı geceyi içimize. İçe sine!

Dönüp dolaşıp başkaldırıya başkaldırı hayalleri eşliğinde sevimsiz türküler çığıran elleriniz küçüktü, kaçınılmazdı bu. Gerçek.

Solunuzdan akan yalın kalabalık, yalınayak tarla işçisinin nasırlaşan ayaklarına dokunan güneş gibi hissedilmiyordu. Ateşe yaklaşmadıkça da hissedilmeyecekti. Ateşin uzun süren temasına sizin nasırsız ve küçük elleriniz dayanamazdı. Bilindik.

Nehirsiz bir şehir gibiydi, dört yanı gidenlerle çevrili, bizim başkaldırıya sevdalı ellerimiz. Ellerimizin bir hükmü yoktu, boştaydı, boşlukta salınıyordu, kaybeden siz olun isterdi. Kaybettik.

Şehir kayganlaştı, buharlaştı sadeliğimiz, tekinsiz bir varoluş başladı. İçimizi, içimize geceyi batıran güneş kemirdi.

Sığca şiirler döktük, kuyuya itilenlerin arkasından. Üstüne karanlık serptik. İyi de oldu zannederek. Kapıldık.

Teraziler çekmiyor, insanlar çekmiyor, şehirler çekmiyordu. Şehirsiz kaldık. Dünyasız kaldık. Dünyada kaldık.

Mustafa Süs

Facebook yorumları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir