İKİ DAĞ BAŞI

Kökleri sağlam olmalıydı ki kımıldamıyordu yerinden. Dimdik ayakta işte, ayağını yerin dibine salmış, yer titrerken bile titremiyordu.

Dünyaya denge sağlıyordu kendi çapında. Eğilmez bir beli, bükülmez bir eli vardı.

Üzerinde ne fırtınalar estiriyordu da bana mısın? demiyordu.

Akrepleri vardı, köşeye sıkışınca kendisini öldürme yeteneğinden mahrum olmayan.

Tek başına ağaçları vardı, tek tek sayardınız onları, gölgesinden başka hiçbir varlığı olmayan ağaçlar.

Taşların kovukları vardı, yağmurdan, kardan, borandan korurdu sığınanları, sığınaktı onlar için.

Allı yeşilli mevsimlerde bir iticilik baş gösterirdi nedense. Gidilmeyesi…

Rüzgârın musikisine bayılanlar vardı, saçlarını da savurtturup…

Rüzgâr mıydı bu güzel şarkıyı terennüm eden yoksa kulaklar mıydı şarkıya anlam yükleyen bilinmez…

Bir dağ yağmuru, bir dağ masalı ve bir dağ efsanesi doğardı her dönem. Her dönem güneş saklanmak isterse dağda saklanırdı.

Dağ dağlığını yapacaktı, kolay mıydı onca yüklenen anlamın hakkını vermek?

Dağ gibi derlerdi acıya göğüs gerip direnenlere…

Dağ gibi, yani kendisi gibi olmalıydı değil mi ama?

Ona yaslanarak kaç ana doğum sancısını hafifletti, kaç baba bakışlarıyla süsledi hayallerini evlatlarının…

Dağda yitmek vardı, yitirmek ne biriktirdiyse elinde avucunda!

Bahar gelmezden önceydi sanki! Henüz anlamını yitirmediydi.

Yitirmesindi de zaten ve gelmesindi bahar. Kuşlar rüzgârın sesini bastırmasındı.

Doğum sancısı başlamamıştı henüz.

Ölüm? Başlamıştı oysa!

Talan edilmek üzereydi menekşeler, sümbüller ve nevruzlar!

Bahar dağa yakışmazdı!

Yeşillikler vadilerin olsundu, bahçeler ne güne duruyor?

Bir Nisan akşamının arefesinde, dağ dağlığını yitirmemeliydi!

Kıştan kalma düşlerle, kış dostluğunu alıp gitmeliydik biz de baharlar gelmeden.

Dik durmayı öğrenemezdik belki ama öykünürdük, öyle değil mi?

Toprak kokmaya başlamıştı işte, cemrelerin peşi sıra.

Fazlasına tahammülümüz yoktu.

Bir şiir alırdık yanımıza, kapağında şemsiyeli bir adam…

Adamın sol yanı boş! Öyle mi?

Değildi!

Hızla kaçıyordu, kapağından şiirin, kitaplar bile anlam kazanıyordu artık, dağa tırmanan!

Tırmalıyordu bir iç ses tüm ruhu, çepeçevre sardığına aldanmayın, tırmalıyor ve koyup gidiyordu geride ne varsa, kış düşleriyle birlikte!

Soğuktu, üşüyordu dağ! Soğuktan titremeyen eller, titremeye başlamıştı kalp çarpıntılarından önce!

Kalpler de yerinde durmasındı canım! Hani, ne gerek var?

İyi sıhhatte olsunlardı dağlar da! Dağ gibi işte, kendisi gibi!

Dağın yüreği sökün etmezden önceydi, bir deprem türküsü kulaklarda!

Bir diğer dağa kavuşma hevesi!

Hangi türkü bu kadar çığır açardı ki?

Hangi türkü, bir dağın bir başka dağa kavuşmasına bestelenmişti? Var mıydı bir örneği?

Depremler bile bu kadar anlam kazanmamıştı belki de!

Belki de kavuşacaktı o iki dağ…

Eğilecekti başları birbirine! Kim bilir?

Köklerinden ayrılmayarak!

23.33  31 Mart 2012

{fcomment}

Facebook yorumları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir