DUVAR AĞLADI (Deneme)


kayık
 
DUVAR AĞLADI (Deneme)
Merdivenden düşsem benim halimi anlasınlar diye; merdivenden düşen başka birini bulamam, dedi gülerek.
Halimden anlasalar ne olacak ki? Dedi ardından.
Halden anlayanların hangi derde deva olduğunu uzun uzun düşündü, bulamadı.
Hoca Nasreddin’e kızdı durup dururken. Bu menkıbeyi dolaşıma sokan her kimse ona da kızdı.
Vücudundaki yaralara baktı. Çocukken, göğe taş atıp altına başını tuttuğu birkaç yara dışında, kalıcı yara izleri yoktu.
Zaman, dedi iyileştiriyormuş yaraları, bak bu sözü sevdi. Ufak tefek yaraları gerçekten iyileştiriyordu zaman. Kılıç yarası, dil yarası, sırta saplanan hançer yarası bunlara dâhil değil, diye sırıttı.
Zaten kılıç yarası devri geçmişti. Eskidendi o çok eskiden. Kurşun yarası da vardı lakin oturduğu yerden kalkmaya üşenen birinde kurşun yarası ne gezerdi?
Zamana kızdı gene. Vücudumdaki yaraları ebem gelse mezardan o da iyileştirir, sıkıyorsa dil yarasını iyileştir, diyerek.
Zaman bu serzenişi çok da umursamadı. Nihayetinde kendisine verilen görevi yapıyordu. Umursamamak zamanın karizmasını biraz daha yükseltti.
Ateşi bulan insanla barutu bulan insanın çabasına hayret etti sonra. Ateşi bulmak işe yarıyordu, takdir etti çabasını ateşi bulanın. Barutu bulmak neyin nesiydi? Kime kin ettin de buldun barutu? Dedi, başka işin yok muydu arkadaş?
Bir karikatürde görmüştü, ateşi bulanın alnında bulgur bulgur ter, barutu bulanın gözlerinde ateş gibi fer.
Ve kendisi gibi üşengecin biri de elinde ateş ve elinde barut olana, yaklaşın diyordu, atasözünü bulacağım…
Ateşle barut o günden sonra hep bir arada oldu, atasözüne inat.
Ülkeler birbirilerini alt etmek için, kıtalar arası barut taşıyorlar, ateşe doğru yol alıyorlardı.
İnsanlar da hakeza öyle! Yaklaştıkça yaklaşıyorlardı birbirine. Amansız, umarsız, gailesiz bir şekilde. Bir arada duruyorlar, kimisi gözündeki, kimisi kalbindeki, kimisi uçkurundaki ateşle bir arada durmanın keyfini sürüyordu. Kim demiş ateşle barut duramaz bir arada?
Ne ateş rahatsızdı bu durumdan ne de barut. Ateşe de sövdü saydı, baruta da, atasözünü bulana sövmeye üşendi, Allah’ından bulsun o da dedi.
Gene başa döndü. Zamandan şikâyetçiydi. Bulunduğu zamandan. Zaman makinasını icat eden olsa, ona da ağzına geleni sayacaktı. İyi ki de icat etmemiş, dedi. Zaman makinası icat olsa, ya buna sıra gelmez ya da çok pahalı olur binemezdi.
Hem nereye gidecekti ki? Hangi zamana yol alacaktı?
Hoşuna gitmeyen zamana, boşuna anlamlar yüklememeliydi.
Otur dedi, oturduğun yerde! Sanki kalk oturduğun yerden dese kendine, kalkacaktı.
Hem kalksa nereye gidecekti?
Küçük gemiler su almış, lodos, kürek ve kayık da ay ışığı altında salınıyordu denizin üstünde ve deniz çok uzaktaydı.
Madem dedi, soysuz zaman, benim yaralarıma merhem olmayacaktın, niye dillere düşürdün beni?
Deniz uzaktaydı, zamansa dibinde.
Ne uzaktakine gidebiliyor ne de dibindekine söz geçirebiliyordu.
Kalkıp, ocağa çay, sırtına da ellerini koydu. Sırtı değildi acıyan. Hançerin saplandığı yer de değildi. Hançeri saplayanın ellerini gördü.
Ellerini gördü, kendi ellerini.
Öptü sonra ellerini. Hançeri saplayanın ellerine hiç benzemiyordu elleri.
Kimse sana ah etmeyecek dedi ellerine. Kimsenin sırtında izi yok parmaklarının.
Ellerini yumruk yapıp duvara vurdu sonra. Hançeri saplayanın ellerine hançeri veren sen değil miydin? Diyerek.
Duvar ağladı.
Yumruğu kanadı.
Çay kaynadı.
M’S
Eylül ’14

Facebook yorumları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir