ÇAKIL TAŞLARINA SORULAR


 

 

Dalgalar sahile vuruyor, çakıllar ayağımıza batıyordu. Her gelişinde küçük taşları denize çekiyordu dalgalar. Hırçın mıydı? Hayır!

Dalgalar sahile vuruyor, çakıllar ayağımıza batıyordu. Her gelişinde küçük taşları denize çekiyordu dalgalar. Hırçın mıydı? Hayır!

 

Biz onlarca insan, çakıl taşlarını alıp seçiyorduk, daha iyisini, daha işe yararını bulmak için çaba sarf ederek. Oyun oynayacaktık taşlarla.

Evet, bir oyundu bu. Taşlarla konuşacaktık…

Sorular sorarak öğrenecektik taşların niteliğini. Taşlarla konuşuyorduk. İnsandık, hayal gücümüzü zorluyor, gücümüzden güç kaybediyorduk, kazanmak istiyorduk kaybettikçe.

Ben yalancıyım dedi bir tanesi daha başlamadan oyuna. Olsun dedik biz de ara sıra söylüyoruz. Düzenbazım, dedi başka biri. Düzenbaz? Kendi çıkarım için başkalarının işini bozarım, anlamıyor musun? Diyerek azarladı. Düşündük, acaba hangimizde var bu özellik, hiç ses etmeden onu koyduk kenara.

Küçük bir kum tanesine ilişti gözümüz. Sen dedik, senin özelliğin ne? Ben, sinsiyim dedi. Susturucu takılmış silah gibiyim, kimi ne zaman, nerede ve nasıl öldüreceğimi kestiremezsiniz. Kime nasıl zarar vereceğim hiç belli olmaz. Herkes cebinden bir ayna çıkardı, çevresindekilere verdiği zararları, sessizce, kimsesizce çektirdiği acıları kaleme aldı, aynalar hiç yalan söylemiyordu, onu da koyduk cebimize.

Yardım severim dedi bir diğeri. Allah’ın yarattığı her şeye yardım ederim. Atıldı oradan bizimkilerden bir tanesi: Karşılık beklemeden mi? Belli ki, kendisi karşılıksız yardım etmeyenlerdendi.  Karşılık beklemeden yardım mı edilirmiş dedi taş. Kaybedeceği hiçbir şey yoktu çünkü. Ne gururu yerler altına serilecek ne de itibar zedelenmesi yaşayacaktı, dile geldi:

Yardım ederken önce kendimi düşünürüm, bana iyi desinler isterim. Baktım iyi denmiyor bana, yardım ettiklerime ve kıymet bilmeyenlere, devam ederim iyilik etmeye. Nankör olduklarını, vefa bilmediklerini yüzlerine vurmaya çalışırım. Görürüm ki, ne nankörlüklerinin farkındalar ne de ettiğim yardım benim bir işime yarıyor, alışkanlık olur bende yardımseverlik, devam ederim, ben’i ön plana çıkartma isteğim deşifre olur, samimi olmadığım gözlenir ve kaybeden ben olurum. Sonra da, neden insanlar benim yaptığım yardımları, ettiğim iyilikleri görmüyor diye hayıflanırım, umurunda olmaz tabii ki kimsenin.

Açık sözlü olduğundan mıdır, hepimize daha çok benzediğinden midir nedir, bu taşı bölüşemedik aramızda. Küçük bir kum tanesiydi oysa küçük bir dalga gelip, kimin olacak bu kum tanesi diye kavga ederken biz, aldı götürdü.

Taşların rengine, boyuna, şekline dikkat ederken, bir tanesi kafasını çıkartıp, bana bir sorunuz yok mu? Ben dindar bir taşım, bunlardan farklıyım, Allah’a inanırım, ibadetlerimi tam yaparım. Dua ederken beni görseniz, kendimden geçerim.

Herkes tarafından saygı duyulan biri atıldı. Peki hiç eksik tarafın yok mu senin?

Olmaz olur mu? Bu yaptıklarım çevremdekilerin gördüğü, ben iki kişinin arasının bozulması için bana duyulan güveni kullanırım, laf getirip götürmekte üstüme yoktur, dedikodu etmeyi görev haline getirdim ve etmediğim zamanlar kendimi çok kötü hissediyorum, insanları sevdiğimi söylerim lakin onların başarılarının şans olduğuna inanırım. Hedefimde para ve itibar vardır, paraya ve itibara ulaşmak için verdiğim çabayı görseniz, dindar değil din satıcı dersiniz bana. Kimsenin olmadığı yerlerde yaptığım ibadetler ise kendimden nefret etmeme engel teşkil ettiği içindir.

Hiçbir dindar bu taşı almak istemedi. Taş orta yerde kaldı, ağırdı, dalgalar da götürmek istemedi. Herkes dağılırken denizden bir Sezen Aksu şarkısı yükselmeye başladı:

Masum değilsiniz hiç biriniz…

Not: Yaşama merhaba diyen Sevgili Yeğenim ERVA’ya hoş geldin diyorum. Her iki dünyada da mutlu olman dileğiyle.

12 Ekim 2010

{fcomment}

 

 

Facebook yorumları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir