Kır Zincirleri

Bir yaşam düşünün, her şey elinizin altında. Siz bir yere gitmek istiyorsunuz ve birden o yerdesiniz. Canınız sıkıldı ve yapacak bir şeyiniz yok. Bir de bakmışınız ki hoşsohbetli bir arkadaşınız gelmiş yanı başınızda. İçinden çıkamadığınız bir sorun yaşıyorsunuz. Akşamdan o sorunun düşünceleriyle dalıyorsunuz uykuya, sabah uyandığınızda sorunun hallolması için ipuçları elde etmişsiniz.

Böyle bir hayatı kim istemez ki demeyin hemen. İnsanlarının çoğu böyle bir hayatı olduğu için mutsuzlar. Hiçbir sorun yaşamayan insanlar var dünyada, yani kendi çaplarında. Hani yediği önünde yemediği ardında dediğimiz türden insanlar.

 

Dünya bu insanlara dar gelir ve bir yerlerden bir sorun çıkarmak için canhıraş bir şekilde çaba sarf ederler. Olmadık yerlerden sorun çıkarmak için bu tür insanlarının üstüne yoktur. Yüzlük kâğıda düşük not veren hocalar gibi. Kendi cevap anahtarına bile yetmiş veren hocalar gördük biz zamanında.

 

Adamın birisi üzgün bir şekilde oturuyor masada, yanına gelen arkadaşı soruyor,

 

-Kötü giden bir şeyler, yengeyle bir sorunun, çocuklarla ilgili olumsuz bir şey mi var? Diyor.

 

-Hayır, bilakis hepsi iyiler. Yengenle aramız eskisinden çok daha iyi, oğlan en iyi üniversitede okuyor, kızın bu sene mezuniyet töreni var ve okulu birincilikle bitiriyor.

 

-Sorun ne peki, kara kara düşündüren ne seni? Diye sorunca arkadaşı;

 

-Adam: ” ya  işler böyle yolunda  gitmezse her zaman…?

 

Milletimizin en belirgin özelliği “eşeğin büyüğü ahırda” deme özelliğidir. Her ne olursa olsun ahırda mutlaka büyük bir eşek saklarlar, olmadık bir zamanda iyi günlerde çıkartmak için onu ahırdan. Kendisine gülmeyi yasaklamış bir başka millet var mıdır acaba dünyada? Bugün çok güldük yarın ağlayacağız, diyen bir millet. Tamam, çok gülmek kalbi karartır, kalabalık içinde atılan kahkahalar birilerinin kalbine ok gibi saplanır da. Hep asık surat halinde dolaşan, gülümsemeyi erteleyen insan tipi olmak da hem çevreye hem kendine yapılan haksızlık değil midir?

 

Bayram günlerini idrak etmeye başladığımız şu günde, tebessümün bir sadaka olduğunu düşünerek, çevremize ışık saçmayı denesek, derdim var sorunum var ama şükür onları alt edebilecek gücüm de var diyebilsek ve sorunlarımızı çözmenin mutlaka bir yolu olduğunu düşünerek silkelenip, kendimize çizdiğimiz sınırların dışına çıkmayı başarsak. Hep birilerinin bizi bu duruma getirdiğini söyleyerek, katmerleşmesini sağlamadan sorunların. Kimse kendi ellerine taktığı kelepçeyi bir başkasına yüklememeli zira kimseye bir başkası kelepçe takmaz kendisi uzatmadıkça ellerini.

 

Yeter ki insan mutlu olmayı göze alsın, bir yerlerde onu bekleyen bir ışık vardır kalkıp gitmesini bilirse ışığa. Kederlerine ayak uyduran değil kederlerini ayakaltına alan bir insan. Klişelerden sıyrılıp, kabuklarını kıran ve bir tohumun patlayıp yeryüzüne fışkırması gibi güneşe uzanan…

 

Bildiklerimiz bizi bir yere götürmüyor ise bilmediklerimizin ne olduğunu bilmek için çaba sarf etmeli, içinde bulunduğumuz karanlıkta kaybolmak yerine elimizdeki mumu yakmalıyız. Trenin içindeysen o trenin ne kadar hızlı gittiğini bilemezsin, öyleyse kendine karşıdan bakmalısın. Karşıdan bakmayı bilmiyorsan şayet, seni görebilen bir insandan yardım almalısın.

 

Bölük pörçük yaşamamalı hayatı, zihnimiz dağınık bir oda gibi olmamalı. Yarım bırakılmış işler gittiğimiz her yerde kovalar ve tedirgin eder bizi. Bir işe başlamadan önce kuş gibi hafif olmalı beynimiz. Ceplerimize onca ağırlığı yükleyerek koşmaya çalışmamalıyız.

 

Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle;

“Kim var diye seslenilince, fert fert ben varım ve benim olmadığım yerde kimseler yoktur” diyebilmeli, meydan okumalıyız bırakmışlığa.

 

Belki sen içinde birçok cevheri biriktiren bir dağsın, bırak seni delsinler, yaralar açsınlar içlerinde bir yerlerde… Suyun önünü tıkarsan sudaki gücü göremezsin, akıp gitmelisin…

 

Suyun gittiği denizlere.

19.12.2007

{fcomment}


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir